
“Ne demek basın gösteriminde ara yok ya? Ya bırak… Bırak tuvalete gidicem!!!”
Arcane olarak siz filme gitmek konusunda henüz kararını vermemiş okurlarımız için Assassin’s Creed’in basın gösterimine gidip kendimizi feda ettik. “İyi mi, kötü mü bir görelim ki sevgili okurlarımıza gerçekleri aktarabilelim. Kötüyse de eziyeti biz çekmiş olalım, onları kurtaralım.” diye düşündük ve bu havada sıcacık evimizi sırf sizin için terk edip yollara düştük… Tamam olaylar tam olarak böyle gelişmedi. Yani basın gösterimi ve soğuk hava kısmı doğru, kalanını abartmış olabilirim. Fakat sonuçta izledim ve kararım: Eeee… Eh?
Bu yazıyı mümkün olduğunca spoiler vermeden tamamlamaya gayret edeceğim, sıkı tutunun. En başından bir oyun filmi seyretmeye gittiğim için zaten çıtam çok aşağılardaydı. Genel olarak oyun filmleri ve film oyunları aceleye gelmiş, sadece hızlıca popüler bir franchise’dan para kaldırmaya yönelik, vasatın altında işler olur. Bundan da beklentim daha fazlası değildi. İtiraf etmeliyim ki ‘oyun filmi’ için belirlediğim çizginin biraz üzerine çıkan bir yapımla karşılaştım. Ancak gerçekten bu söylediğimi o kadar da kafanızda büyütmeyin derim, çünkü magmaya inmeyi beklerken su kuyusunun dibine şükretmekten ötesi değil.
Oyunculuklar konusu oldukça karışık. Jeremy Irons, Marion Cotillard, Michael Fassbender gibi iyi isimlere sahip

“Çeki bozdurunca önce villanın taksidini yatırsam, artanın yarısını faize koysam, kalanın üçte biriyle de fındık alsam… Ha pardon, tamam tamam dalmışım. Mevzu neydi?”
bir filmden bahsediyoruz. Ancak filmin önemli bir kısmı boyunca hepsinin yüzünde “Çekimizi alalım da gidelim…” ifadesini yakalamak mümkündü. Açıkçası çok daha başarılı performanslarını izlediğimiz oyuncuların çoğu zaman pek de kendini vermediğini hissettim. Özellikle sözde büyük duygusal değişim ve çalkantıların yaşandığı sahnelerde ruhsuzluk akıyordu. Oyuncular arasındaki kimya yerlerde sürünürken, etkileyici olması gereken yerleri oyuncuların yüzlerinde boş bir “Evet, önemli ve duygusal bu kısım… Umrumdaymış gibi yapıyorum. Yaptım. Bitti.” ifadesiyle geçiştirdiğini söyleyebilirim. Tabii bu izleyicinin de umursayan yerlerini aynı oranda dürten bir tavır, en azından benim için öyleydi. Hatta (spoiler sayılmaz) Fassbender’ın “Acıktım…” dediği kısımlar senaryonun parçası değilmiş de, gerçekten çekime mola verip açık büfeye gitmek istediğinden söylüyormuş, yönetmen hoşuna gittiği için kesmemiş gibi geldi izlerken. Tabii bunun yanında çok kısa anlarda, birkaç sahnede bile olsa iyi oyuncular izlediğimizi hatırlatan performanslar vardı. Sayıca az ve birbirinden uzak noktalarda kendilerine gelip, seyirciyi de “Aaa evet, film… film izliyordum ben!” diye uyandırdıkları oldu. Özetle: İyi bir cast ama genel olarak vasat*, nadiren vasatın üstünde oyunculuklar.
Efektleri ve setleri iki ayrı başlık altında incelemek isterdim ancak son dönem filmlerde bu pek mümkün olmuyor.

Gerçekçi olsun diye CGI olmayacak falan, onu anladık da dublör yok, ip de yok, yastık falan da görmüyorum aşağıda… Lan bişi dicem, benim avukatı bi arasana sigorta anlaşmasına bi baksın, ölürsek para bu yönetmen yavşağına mı gidiyo n’oluyo? Ben çok kıllandım şu an.”
Uzun süredir mekanların da tamamen CGI olduğu bir furya söz konusu ve bu filmin de bazı sahneleri farklı değil. Ancak olduğu noktalarda CGI kaliteli, ve çoğu yapıma oranla mümkün olduğunca fazla yerde gerçek setler ve tehlikeli olduğu kadar başarılı, dublörlü sahneler kullanılmış, o bağlamda haksızlık edemem. Özellikle büyük mekanların, şehirlerin bile gerçekten ‘kurulduğu’ zamanları bazen özlemiyor değilim. Yine de filmi izlerken çok göze batan, abartılı bir render yumağı içinde kaybolmuyordunuz. Yani Peter Jackson’ın Yüzüklerin Efendisi’nde gerçek mekanlar ve CGI’ı başarılı bir şekilde harmanladığı tarzını bırakıp, Hobbit’te yerdeki çakılı bile efekt departmanına yarattırdığı (bence) çığırından çıkmış yaklaşımı, Kurzel’ın Assassin’s Creed’i için geçerli değil diye örneklendirilebilir. Hele işe oyun filmleri açısından bakacak olursak, Warcraft’ın tamamen bir cut scene’i andıran havası hiç yoktu. Özellikle yakın planlarda ve aksiyonda başarılı denilebilecek gerçek setler ve oyuncular/dublörler görmek mümkündü. CGI kullanılan, kullanılması gereken noktalarda da çok rahatsız etmiyordu. Mükemmel olduğunu söyleyemem ama gördüğüm en berbat ya da abartılı örnek olmaktan çok uzak. Bu açıdan en azından oyun filmleri adına ileri doğru atılmış başarılı bir adım denilebilir.

“Tamam arkadaşım, atım da ben de heavy metalci gibi saçma sapan, hiçbir çağda kullanılmamış, bir halta yaramayan, çivili, lüzumsuz metal parçalı siyah deriler giymiş olabiliriz de orduya bi bak? Bi bak şu orduya gözünü seviyim ya?! Ne güzel çağa uygun zincir zırhlar, katmanlı kumaşlar falan. Biz de biliyoruz yani neyin ne olduğunu. Bizim de bi danışmanımız, bi şeyimiz var yani. Ama kötü adamım olm ben, kötü olduğumun her halimden belli olması lazım. Film bu sonuçta. O kadar da şeyapma artık idare et. Eğlenmene bak biraz da ya… Olm dik dik bakıp içinden yargılama bak, anlıyorum ben onu. Bak hala… LAN EĞLEN DİYORUM DÖVÜCEM ŞİMDİ!”
Kostüm ve mekan tasarımları için hoş diyebilirim. Amerikan sineması bir süredir dönem detaylarına eskisinden daha çok dikkat ediyor. Bu nedenle Endülüs sahnelerindeki mekanlar ve zırhlardan, Tapınak Şövalyeleri’nin sağda solda asılı silahlarına kadar çoğu prop çağın gerçek dizaynlarına nispeten yakındı, farklar ve tutarsızlıklar da estetik kaygılar dahilinde kabul edilebilir seviyedeydi. Belki tek takılabileceğim nokta, yine tarihte insanların rengarenk giyindiği ve elini yüzünü yıkadığı çağları ‘kirli ve gri’ gösterme alışkanlığı olabilir. Evet sevgili izleyici ve yapımcılar, antik çağlarda, hatta Orta Çağ’da da kahverengi ve siyah kolay elde edilen renkler olmadığından insanlar, köylüler dahil mavi, kırmızı gibi parlak renkler giyerdi ve çamur içinde gezmiyorlardı. Zırt pırt deriler içinde dolaşmak da pek genel bir alışkanlık değildi, tarihi mekanlar motorcu barı değil. Tabii ki sonuçta belgesel değil, film izlediğimin farkındayım. Dahası, arada gördüğüm renkli İspanyol üniformaları ve sırf ‘cool’ diye herkese deri giydirme fantezisinin pek olmaması da bu filmi garip bir şekilde bu suçların bir kısmından arındırıyor. Birileri danışmanlarını dinlemeye karar vermiş gibi. Zaten tamamen fantastik olan assassin kostümleri ve silahları da bulundukları çağ ve ortamda sırıtmayacak şekilde, güzel uyarlanmıştı. Hatta AC serisiyle ilgili genel sorunum o abartılı, süslü kostümleri giyip kafasına kapüşon çekerek gezen insanların kalabalığa karışmak yerine daha çok “”MERHABA, BEN BURADAYIM VE BİR İŞLER ÇEVİRİYORUM!!!” diye bağırıyor olması aslında. Filmde ise bu durumu oyunlara göre çok daha iyi yedirmişler. Kostümlerin abartılı (ve o nedenle karizmatik duran) bazı detaylarını törpülerken, kalabalığa karıştıkları sahnelerde sırıtmamalarını sağlamayı başarmışlar. Özellikle “Abi aranızda gezen kapüşonlu acayip tipler niye kimsenin dikkatini çekmiyo ya?” diye düşündüğüm hiçbir sahne hatırlamıyorum. Fakat buna rağmen kostümler kötü ya da yetersiz de durmuyordu. Bence uyarlama açısından çoğu oyun filmine göre çok daha başarılı tasarımlar vardı diyebilirim.
Hikaye bir film için en önemli kısım olmasına rağmen üzerinde çok durmayacağım, çünkü film de çok durmamış.

Senaryonun yazılış süreci… temsili olmama ihtimali ürkütücü derecede yüksek.
Aceleyle yazılmış gibi duran, seyirciyi içine çekmekten aciz, klişelerle dolu bir senaryosu vardı filmin. Başından sonuna kadar ne olacağını önceden tahmin ettiğiniz, en basit aksiyon filmi senaryolarını hayal edin, bu film için de tamamen aynı şey geçerli. Spoiler vermemek adına detaya giremiyorum ancak koltuğa oturduğunuz andan son saniyeye kadar sizi şaşırtacak, heyecanlandıracak, merak uyandıracak hiçbir an yaşamayacağınızı garanti edebilirim. Klişeler kötü olmak zorunda değil elbette ve ben aksiyon filmlerini, kafamı boşaltan hızlı yapımları hikayeye göre yargılamaktan uzak dururum çoğu zaman. Yine de özellikle 80’lerde zirveye ulaşan basit senaryolu, tempolu aksiyon filmlerinin her şeye rağmen insanı ekrana kilitleyen büyüsü eğlenceli olmalarından kaynaklanıyordu. Bu film o noktada da zayıf kaldığı, çoğu zaman kendini fazla ciddiye alan, karanlık yönü ağır basan bir tavrı olduğu için senaryo daha önemli hale geliyor, senaryo da zayıf kalınca klişeler daha çok göze batıyor. Hem eğlenceli değil, hem de çok ciddi görünmesine rağmen senaryosu iki ayağı üzerinde durmakta zorlanıyor. Bu nedenle insanı çeken bir yanı da kalmıyor.

Tutun lan çekim bitmeden çekini almaya gidiyo herif! Olm tutun bak şaka yapmıyorum! LAN SENARYO FALAN DEĞİL KIRDI ZİNCİRLERİNİ GİDİYO ADAM FİGÜRANLARI YARA YARA!!!”
Sonlara yaklaşırken oyunun ve doğal olarak filmin de asıl satan detayına odaklanmak istiyorum: Aksiyon. Bu açıdan film güçlü olması gereken noktada güçlü olmayı başarmış. Büyük ihtimalle hikayesinin de vasat olduğunu bilen ekip tempoyu düşürmemeye dikkat ederek seyirci boğulmanın eşiğine gelmeden aksiyon sahneleri serpiştirmiş. Muhteşem, sinema tarihinde yeni bir çağ açacak nitelikte, sizi heyecandan koltuğa yapıştıran sahneler değil bunlar elbette, yine de başarılı bir koreografın elinden çıktığı hissedilen, izlemesi keyifli aksiyonlar. Hatta yine Assassin’s Creed gibi abartılı, fantastik bir franchise’dan beklemediğim kadar gerçekçi detaylar da vardı. Yakın dövüşte, özellikle kılıçlar, bıçaklar, mızraklar kullanılırken çoğu Hollywood filminde “Gerçek hayatta öyle fıldır fıldır dönüp on kişiye sırtını verirsen böbreğinden işetirler yalnız.” dediğim (niye öyle dediğimi sormayın lütfen, rica ediyorum) çok sayıda sahne varken, bu filmde çok daha azdı. Zaman zaman ‘gerçekçi’ denebilecek, özellikle dikkatimi çeken bazı teknikler de göze çarpıyordu. Elbette tamamen tarihi tekniklerin uygulandığı bir filmden falan bahsetmiyorum ancak abartılı, göze hoş görünmesi için tasarlanmış hamlelerle, nispeten ayağı yere basan bazı manevralar güzel harmanlanmıştı. Ne izlediğimiz şeyi Assassin’s Creed olmaktan çıkaracak kadar gerçekçileştirmiş, ne de tamamen abartılı ve fantastik duran, iyi bir denge yakalandığını düşündüğüm bir tadı vardı aksiyonun. Ki dediğim gibi normalde bu oyun filmlerinden ve (çoğu zaman) Hollywood’dan beklemediğim, hoş bir durum. Sonuçta kulelerden serbest düşüşe geçen, topaç gibi dönüp taklalar atarak dövüşen parkur suikastçilerinden bahsediyoruz, filme suyunu çıkarmadan aktarabilmiş olmaları bile başlı başına önemli bir artı.

– Filme vasat diyen bu lavuk mu?
– He bu.
– Yaz kenara denk gelirim illa ben bunla…
Sonuç olarak film ne serinin hayranlarını tatmin edebilecek kadar detaylı, ne de seriyi bilmeyenleri kendisine bağlayabilecek kadar güçlü. Vasatlığın kıyılarında kısa bir tekne turuna çıkıp, bittiğinde “Eh… O kadar da kötü değildi ya. En azından bangır bangır arabesk çalıp animatör eşliğinde zorla göbek attırmadılar.” diye karaya ayak basmak gibi. Çünkü ikinci seçenek genelde oyun filmlerinin ağızlarda bıraktığı tat ve evet, AC o kadar da kötü değil gerçekten. Dünyanın başına gelmiş en büyük felaketmiş gibi abartarak kötüleyenleri haklı bulamadım, ancak çoğu izleyicinin de zaman kaybı olarak görmesi riski olduğunu söylemeliyim. Buradaki anahtar kelime ‘beklenti’ aslında. Beklentilerinizi çok yüksek tutmamak şartıyla, arkadaşlarınızla eğlenip çıkışta geyiğini döndürmek üzere giderseniz sanırım sıkılmazsınız.
P.S. Senaryo konusunda özellikle filmin sonuyla ilgili çok kötü laflar hazırladım ama içimde tutuyorum, dev spoiler olur yoksa. Bu yazıyı okuyanlar izledikten sonra neden bu notu düşme ihtiyacı hissettiğimi anlayacaktır eminim.
*Vasat kelimesiyle ilgili genel bir yanılgı nedeniyle ufak bir not düşmek istedim: Çoğu zaman ‘kötü’ demek olduğu düşünülse de aslında orta, ortalama anlamına gelir. Ben de genelde ‘ortalama, akılda kalmayacak, öne çıkan bir özelliği olmayan’ demek istediğim noktalarda kullanıyorum (kötüyse ‘vasatın altında’ demeyi tercih ederim). O nedenle bu filmden bahsederken çok sık kullandığım bir kelime oldu. Hatta tam olarak filmi özetleyen sözcük bu benim için.
Leave a Reply
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.