Blade Runner 2049 geçtiğimiz cuma vizyona girdi – tabii olarak da gitmeden eski filme geri dönüş farz oldu. Başlıktan belki yeni film üzerine konuştuğumuz algısı oluşabilir o yüzden baştan söyleyelim – bu yazıda Eski Blade Runner üzerine kafa patlattık.
Filmin nasıl olacağı ve eskisi üzerine olan konuşmalar son bir kaç hafta ‘nın yoğun gündemini oluşturdu haliyle. Eşim daha önce Blade Runner ‘i izlememiş – ben de aslında en son izleyeli bayağı olduğunu fark ederek hemen izlemeye giriştik. Farklı bir yaş ve kafayla izlemek, değişik bir deneyim oldu. Bunun üzerine eski Blade Runner üzerine iki kelam etmek boynumuzun borcu oldu.
Eşim orjinal Blade Runner ‘i pek beğenemedi ancak bu durum insanların sinema filmlerinden beklentileri ile doğru orantılı olan bir tepki olduğunu düşünüyorum. Sinema sektörü görsel efektler üzerine öyle bir gelişim sağladı ki – eskilerin teknolojisi oldukça ilkel gelir oldu – ancak Blade Runner buna rağmen distopyan cyber-punk dünyasını en güzel resmeden filmlerin başında geliyor.
Yeri gelmişken sinema sektöründen yana dem vuralım. Eski zamanlarda, sinema bir sanat olarak insanları eğlendirmenin yanı sıra ideolojik derinliği olan – belli başlı fikir ve görüşlerin resmedildiği bir sektördü. Bugün daha çok bağımsız filmlerde karşılaştığımız düstur sektör için de bir standarttı. Bir çok felsefi ve fiziksel tabular için sınırları zorlama kafasındaydı sektör. Ancak sinema ‘nın kar odaklı bir sektör olduğunu unutmayalım. Gel zaman git zaman – iyice serpilen küreselleşme çerçevesinde – sinema sektörü de daha kitlelere hitap eden filmler yapmaya başladı – hoş ama boş filmleri daha çok görür olduk – bu çerçevede bir çok kült yapıt senaristler ve piyasacı prodüktörler elinde katledildi. Sanırım Dark Tower filmini en son örneklerden biri olarak verebiliriz.
Izleyici de bu konuya alışıp sinemadan beklentilerini buna göre şekillendirdiğinde, derinliği olan filmler monoton ve sıkıcı gelmeye başlıyor. Insanlar daha bir dışkın lar, patkütler, hoplar zıplar bekler oldu. Bu çerçevede verilen ürünün kimliğini kabullenip beklentisini buna göre şekillendiren insanların filme olan tepkisini bir nebze anlayabiliyorum.
Ancak sinema ‘yı eskiden olduğu haliyle yaşayan ve beklentileri bu çerçevede olan bizler içinBlade Runner, felsesi derinliği ve yaradışçılık tabusuna fantastik bir mercekten bakan kült bir film pozisyonunu koruyor. Bizim gibi eski kafalılar diyeceğim – hikayeye ve akılcılığa değer verenler nezdinde Blade Runner 2049 ‘un çok beklenenler listemizin başına fırlamasına şaşmamak gerektiği gibi – bu filmin nesini beklediniz diyenlere de empati yapmak uygun olacaktır. Eminim bu kişiler filmin feyz aldığı “Do Androids Dream of Electric Sheep?” kitabını okusalar, ana fikir ‘in verdiği hazzı en az bizim kadar alacaklardır. Olay tamamen ürün ve üründen beklentilerle alakalı.
Eski Blade Runner ‘i komple ele almayacağım, ancak filmin sonu son derece spekülatif ve izleyici’ye bırakılmış. Roy Batty neden Deckard ‘i kurtardı sorusu ‘nu internetten biraz araştırdım – kendi geliştirdiğim düşünce ise biraz farklı. Bu nedenle bu düşünceyi burade tartışmaya açalım istedim.
Yoğun olarak verilen cevaplardan biri empati üzerine. Insanlar ‘ın Replicant ‘lardan ayırt edilmesi, Voight-Kampff testi aracılığıyla kişiye ahlaki ikilemler sunarak empatik tepkilerinin gözlemlenmesiyle yapılabiliyor. Bu noktada Roy ‘un serüveni süresince edindiği deneyimlerle empati yeteneğini kazandığı ve bu nedenle Deckard ‘ı kurtartdığı belirtiliyor. Bu noktada genel kanı empati ‘nin öğrenilmesi üzerine ancak yeni Nexus-6 modelleri yapay bir geçmiş ile duygusal altyapı çerçevesinde tasarlanıyor ki kontrol edilmeleri daha kolay olsun. Deckard ‘ın Rachel ile yaptığı test ‘de anlaşılıyor ki Replicant ‘lar ve Insanlar arasındaki çizgi iyice bulanıklaştırılmış hali hazırda.
Bu noktada kafama takılan bir şey var ki, Replicant ‘lar her açıdan insanlardan üstün. Fiziksel güç olarak üstünler, Roy ‘un Tyrell ‘i santrançta şah mah etmesi mental kapasitesinin de insanlardan üstün olduğunu gösteriyor. Yaşam sürelerini uzatma macerası, atladık dünyaya geldik Tyrell ‘den çözüm arıyoruz değil – Tyrell ile karşılaşmalarında bu konuda çok detaylı olarak araştırma yapıp doğru teorileri ortaya çıkardığını anlayabiliyoruz – sadece bu teorileri destekleyecek deneysel verilerden yoksun – bu nedenle Tyrell ile görüşmek istiyor. Yapısal olarak insandan üstün olduğunun farkında olan bir varlığın insanlığa ve çoğu tartışmalı olan insani değerlere empati geliştirilmesi mümkün olmakla beraber çok da olağan değil. Ancak üstünlükleri kadar dezavantajları ‘nın da farkında zira yalnızca dört sene yaşadıkları ‘nın farkındalar. Bu nedenle, yaşam sürelerini uzatma arayışına giriyorlar. Bu konudaki yozlaşma eğilimini de Ridley Scott, Prometheus ve Covenant ‘in David ‘inde çok güzel ele almış – ancak david tabii ki tüm kusurlardan arınmış bir yaratım. Bu da fark yaratıyor.
Ikinci baz konu ise, yaşamı yaşam yapanın ne olduğu çerçevesinde dönüyor. Hafızaların da ölümüyle son bulacağı ve Deckard ‘ı kurtararak hafızaların, dolayısıyla varlığının ve insaniyetinin bir kısmı ‘nın devamını sağlama amacı güttüğü düşüncesi var. Buna bağlı olarak genel yaşamı ve yaşamın değerini son anda anlama gibi de teorilere de açılıyor kapı.
Bu iki düşüncede de tamamiyle yaşam ve insaniyetin devamı ve korunması ilkeleri ön plana çıkarılmış, ancak her şeyin nedeni olan “zaman” faktörü tartışmalara pek alınmamış.
Öncelikle Roy ve arkadaşları, yaşam sürelerini uzatma serüvenleri süresince tamamen bu motivasyon ile hareket ediyorlar – eylemlerini ve duygularını da tamamen bu motivasyon şekillendiriyor. Bu süreçte bir birleri arasında kurdukları sevgi, değer ve birliktelik bağları da dava etrafında şekillenen kişisel nüanslar. Ancak eylemlerin ve kararların genel çerçevesi tek bir dava etrafında yoğunlaşıyor. Agresiflikleri, intikam arayışları, çözüm arayışları yol boyunca karşılaştıkları sonuçlardan geliyor. Düşünen ve hisseden varlıklar olarak kısa yaşam süreleri ile kontrol altına alınmaktan ötürü hem düzene hem de yaratıcılarına öfkeliler. Bir nevi tanrılara baş kaldırı demek istedim ama genel olarak inanç sistemlerindeki tanrı figürü sonsuzluğu denkleme katarak yarattıklarından daha üstün olma eğilimi gösterir – burada ise yaradılanın yaratandan daha üstün hale gelmesi söz konusu. Neyse, biyolojik tasarımlar olarak hissetme kapasiteleri dava ve amaçlarına doğru yürüdükleri yoldaki etkilere tepki olarak şekilleniyor.
Bu noktada en sağlam olduğunu düşündüğüm nokta, Roy ‘un çözümsüzlük, çaresizlik ve ölüm karşısında zamanın göreceliliği ve ölçüt olarak önemsizliği noktasında derin bir farkındalık yaşamış olmasıdır. Tyrell ile ziyaretinden sonuç alamayan ve yolculuğu süresince beraber hareket ettiği dostlarını tek tek kaybeden Roy – amaç uğruna attığı adımlarla bir av-avcı hareketini başlattığının farkına varması kuvvetle muhtemel. Kendim ektim kendim biçtim olayı. Ancak bundan daha derin bir farkındalık zaman noktasında geliyor olmalı. Kendi deyimiyle “öyle şeyler gördüm ki sizler duysanız inanmazdınız” sözü – dört senelik bir yaşam sürecinde 80 ‘lik bir insandan daha fazla şey görüp geçirdiğinin dile vurumu gibi. Bu noktada benim gözlemlediğim kadarıyla Roy için herşey önemsizleşiyor – zira dört yıl ya da seksek yıl da yaşamış olsa edindiği tecrübeler ve hatıralar kendisi ile birlikte yitip gidecek. Bu farkındalığı düşündüğümüzde, kalan vaktinde amacı uğruna harcadığı vaktin de anlamsızlaşması kaçınılmaz. İçine geldiği sistemi anlamış ve yaşam döngüsünün bir kontrol mekanizması ve korku ve kölelik merkezli bir sistemin çarkı olduğunun farkına vararak bu sisteme baş kaldırmıştır, ancak nihayetinde kendi seçimleri ile geçtiği yolda edindiği bilgiler – ölümüyle birlikte sonsuzluk ve bilinmezlikte yitip gidecektir. Bu noktada Deckard ‘a bir insan olarak baktığında kendisinden seksen doksan sene daha fazla yaşayan bir organizma değil – er ya da geç aynı kaderi paylaşacak bir varlık görmüş olması en akla yatkın tepki gibi geliyor. Son ana kadar amacı ‘nın özünü oluşturan zaman kavramı bu denli anlamsızlaştığında – hayat da anlamsızlaşır ancak farklı bir düşünce takip ediyor – genel portreden biraz uzaklaşıp daha anlara odaklanıyor. Yaşanan anlara ve onun güzelliklerine.
Bu noktada Roy ‘un farkındalığının yaşamın ve varlığın özünden çok, ölüm ‘ün doğası ve bu noktada zaman’ın anlamının kavranması olduğunu düşünüyorum.
Gerçi Ridley Scott, bu soru kendisine sorulduğunda kurtarma eyleminin tamamen refleks olduğunu belirtmiş. Bazı şeyleri düşünmezsin yaparsın – neden olduğunu bilmeden tribi. Mantıklı gelmekle birlikte, Roy ‘un son sözlerini düşündüğümüzde işin içinde daha geniş, daha derin bir farkındalık olduğunu düşünmeden de edemiyor insan.
Müziklere de değmeden geçmeyelim – Vangelis tarafından yapılan müzikler Synth, ambiend ve Cyberpunk motiflerini sevenler için bir cennet. Zamanında yenilikçi tarzıyla BAFTA ve Emmy ‘de ödüle aday olarak gösterilmiş olan soundtrack, tek başına dinlendiğinde de çok keyif veren türden. Elektronik müziğin sinemaya ilk derli toplu uyarlamalarından – ayrıca bir indirip dinleyin derim.
Ancak Blade Runner ‘in güzelliği de burada işte, insanlara düşünecek, kafa yoracak çok açık bir alan bırakıyor. Bu nedenledir ki Blade Runner ‘i seviyoruz, sayıyoruz. Ikinci film için de “ilkinin kafasına benzer” yorumları dönüyor dolaşıyor – ancak yeni filmi de başka bir yazıda ele alacağız elbet.
Leave a Reply
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.