Uyarı: Yazı fazlasıyla spoiler içerir. Henüz tüm sezonu izlemediyseniz okumanızı tavsiye etmeyiz. Bu uyarıya rağmen okumaya devam ederseniz, yazıda sezon boyunca olan her şeyden bahsediliyor olabileceğini göze almışsınız demektir.
Uzun zamandır hem beyaz perdede, hem de televizyonda çizgi roman severleri mest eden bir dönemin içinde olduğumuz ortada. Çocukluğumda “Filmi olsa ne güzel olurdu ama çekmezler…” dediğimiz hangi karakter varsa bugün büyük bütçeli filmlerde izleyebiliyoruz. Gazeteciden aldığımız Alfa Yayınları’nın siyah beyaz serilerinden bugüne gerçekten çok şey değişti. Elbette böyle bir kalabalık içinde çok iyi örnekler ortaya çıkmasına rağmen oldukça kalitesiz, pastadan hızlıca pay almaya yönelik işler de izledik.
‘Çok iyi örnekler’ listesine alabileceğim en önemli işlerden biri de Netflix’in Daredevil’ı oldu. Açıkçası benim için tam bir sürprizdi. Ben Affleck’in karakteri canlandırdığı talihsiz filmin ardından (ki ben hala kötü bir film olduğunu düşünmüyorum, bana kalırsa linç kampanyasına kurban gitmiş ortalama bir yapımdı), Hell’s Kitchen’ın şeytanını bir daha ortalıkta göremeyeceğimizi tahmin ediyordum. Sonuçta kabul edelim, oldukça sevilen ve iyi bir karakter olmasına rağmen Spidey gibi bir para makinesi değil. Başarısızlığın ardından yeniden risk alınması ihtimali düşük gibi geliyordu. Fakat Marvel tercihini Netflix gibi bir platformda dizi olarak kullanmakla hem riski en aza indirmeyi başardı, hem de nispeten düşük bir bütçeyle çok iyi bir ekip kurup müthiş bir işe imza atarak hepimizi şaşırttı.
İtiraf etmeliyim ki en başta diziden ümitsizdim. Ortalıkta oldukça başarılı filmler olmasına rağmen çizgi roman uyarlaması diziler genelde vasat ya da vasatın altında seyrettiği için, bir de Miller’ın kaleminden çıkmış bir hikayenin temel alındığı gerçeğini göz önünde bulundurduğumdan (evet Miller’ın hikayelerini sevmiyorum) birkaç hafta boyunca seyretme gereği bile duymamıştım. Ancak birkaç arkadaşımın sonu gelmez ısrarları ve biraz da merakıma yenik düşmem sonucunda oturup izlemeye karar verdim. Bir solukta bitti ilk sezon, muhteşemdi. Sadece o güne kadar izlediğim en iyi çizgi roman uyarlamalardan biri değildi, belki de izlediğim en iyi dizilerdendi. Sinematografiden senaryoya, oyunculuklara kadar her şey tek kelimeliyle etkileyiciydi. Bir anda ben de o çevresindeki insanların “Bunu izle… İzle bunu… İzlemelisin.” diye başının etini yiyen tiplerden biri haline gelmiştim. İkinci sezonu da aynı heyecanla ve yüksek beklentilerle karşıladım elbette.
İkinci sezon benim için çok önemliydi. Muhteşem bir başlangıcın ardından dizinin atmosferinde adeta yuvasını bulacağını düşündüğüm Punisher’ı ekranda görecektim (2004 filmi vasatın altındaydı, 2008’de gelen Warzone ise bence “Punisher nedir?” sorusunun cevabı niteliğindeydi. Ufak sorunlarına rağmen çok iyi bir filmdi, başka bir linç kurbanı olarak görüyorum). Hatta onun DD ile karşı karşıya gelecek olması bir çizgi roman takipçisi için rüya gibiydi. Dahası, sonunda Hand ile tam anlamıyla karşılaşacaktık ki ‘mistik bir cemaatin modern şehirlerdeki ninjaları’ gibi renkli sayfalarda iyi duran, ancak televizyon ortamına ciddi bir tavırla uyarlaması zor bir konsepti böyle bir ekibin nasıl kullanacağını görmek ilginç olacaktı. Elektra ise hiçbir zaman en çok ilgimi çeken karakterlerden biri olmasa da Daredevil’ın hayatındaki önemi ve onunla yarattığı kontrastın hikayeye etkisi elbette bu kadar iyi bir yapımda hoş sonuçlara gebe gibi hissediyordum. Bütün bunları sonunda görebildiğim zaman ise sonucun hüsran olduğunu söyleyemem, ancak çıtayı fazla yüksek tuttuğumu ve dizinin aşmakta zorlandığını da belirtmeliyim.
Bir süredir etkisi hissedilen ama Nolan’ın gişe başarısıyla zirveye tırmanan süper kahraman filmerinde ‘gerçekçilik’ denemeleri DD için geçen sezon gücünün dayandığı temellerden biriyken, bu sezon kendisini baltaladığı birkaç noktanın sebebi olmuş. Nolan’ın Batman’leriyle arası pek de iyi olmayan bir izleyici olarak (bunu başka bir yazıda detaylandırmayı tercih ederim), garip bir şekilde yine pek sevmediğim Miller’ın kaleminden çıkan bir işin ‘gerçekçi’ uyarlaması ilk sezon Daredevil’ının atmosferinde mükemmel sonuç vermişti. İkinci sezon ise mistik güçlerin ve Punisher ile Elektra’nın yöntemlerinin Matt için yarattığı etik sorunların çok gerçekçi bir anlatıma oturmadığı yerler olduğu gerçeğiyle yüzleştim. Elbette ilk sezon da Marvel film evrenine dahil olduğu için aslında uzaylıların ve tanrıların olduğu, New York savaşının yaşandığı bir gerçeklikte geçiyordu ancak bunun etkileri ikincil olarak hissedildiği için doğrudan sorun haline gelmiyordu. Bu sezon ise Matt’in Frank ve katliamlarını kabulleniş hızı ya da öldürdükçe dirilen insanlarla, sokakta gezen ninja ordularıyla yüzleşmesi zaman zaman burun kıvırmama sebep oldu. Yanlış anlaşılmasın, bütün bunları bu dizide zaten görmek istiyordum, gerçekçilik asla tercih ettiğim bir tavır olmadı ama ilk defa bu tavır bir yapımda gerçekten çok iyi sonuç vermişken, bütün diğer çizgi roman sayfalarından kopup gelen absürd detayları bu tarife daha yavaş yedirmek, kısık ateşte uzun süre pişirirken tadı sırıtabilecek malzemeyi ağır ağır eklemek belki çok daha iyi olabilirdi. Bazı şeyler biraz aceleye gelmiş gibi hissettim.
Bana göre çok daha önemli sorunlardan biri de, hatta sezonla ilgili duygularımın karışık olmasının belki de en büyük sebebi Nobu oldu. İlk sezon Kingpin neredeyse Matt kadar, hatta bazen daha da ilgi çekici, iyi işlenmiş ve muhteşem bir oyunculukla taçlandırılmış, karmaşık bir kötü adam olarak karşımıza çıkarken, ikinci sezon bu konuda çok önemli bir boşluk vardı. Nobu ilk sezonun en önemli kötüsü ile yüzleşmeye giden yolda oldukça etkileyici bir aksiyon sahnesi izlememizi sağlayan, oyun tabiriyle ‘miniboss’ olarak çok yerinde bir isimdi. Gizemli, zorlu, fazla konuşmayan ama tehlikeli olduğunu her adımda sezdiren, işinin hakkını veren bir karakterdi. Yine de Kingpin’in büyük planları içinde kullanıldığı, hem onun zekası, hem karakterin işlenişi, hem de Vincent D’Onofrio’nun oyunculuğu karşısında sönük kaldığı açıktı. Bu sezon ise onu Fisk ile aynı oranda işlemeden, hayatını bütün detayları ve karmaşasıyla izleyiciye sunmadan, sadece geçen sezon fiziksel olarak Matt’i zorlamış ancak yenilmiş bir yan karakter, isimsiz ninjaların ismini bildiğimiz ustası olmaktan öteye geçmeyen bir sima olarak önümüze sunmaları başarılı bir kötü adam arayışımın sonuçsuz kalmasına sebep oldu. Wilson’ın kısa bir süre için de olsa geri dönmesi bu durumu dengelemeye yetmedi. Bir de Daredevil ile her karşılaştığında onu ilk sezon olduğu kadar bile zorlamaması aksiyon anlamında da aradığım tadı vermedi. Kar Fırtınasındaki Tavşan’ı izleyen Fisk’in yerine gelen Nobu kar fırtınasındaki tavşan oldu. Bütün o beyazlığın içinde kontrast oluşturamadı, öne çıkamadı, göremedim.
Punisher’a gelecek olursak şu an bu yazıyı kaleme alırken bile hakkında ne söyleyeceğimi bilemediğim bir karakterdi dizide. Sabaha kadar övebilirim, ertesi sabaha kadar da yerebilirim sanırım. Jon Bernthal’ın oyunculuğu muhteşem. Charlie Cox ile olan iletişimi, ekrandaki kimyaları da çok başarılı. Karakterin işlenişi, ailesini kaybetmesinin yarattığı dram, iç çelişkileri, yeteneklerinin ve ne kadar tehlikeli olduğunun izleyiciye aktarılma şekli, her şey gerçekten harika. Özellikle doğrudan çizgi romandan koparıp televizyonda önümüze sundukları çatı sahnesi gibi detaylar ise çok iyi tercihler. Amerika’yı yeniden keşfetmek yerine bu karakterlerin en ikonik anlarını büyük başarıyla diziye uyarlamayı tercih etmesi her zaman bu ekibin en sevdiğim yanlarından biri oldu. Fakat çoğu insana çok garip gelecek bir sorunum var karakterle ilgili: Cüsse. Punisher oldukça iri bir adam ve çizgi romanda zekasının yanında kas gücünü kullandığında yapabildiği işler sırıtmıyor. Sonuçta tek dayanağı zekası, yeteneği ve kuvveti olan, süper güçleri olmayan bir karakterden söz ediyoruz. Bu nedenle çoğu insana bu söylediğim saçma gelse de benim için konu Punisher olunca cüsse oldukça önemli. Bernthal ise maalesef bu rol için nispeten zayıf kalmış. War Zone’da Stevenson’ın attığı yumrukların doğurduğu kanlı sonuçlar, birilerini tutup atması, bir şeyleri kırıp dökmesi gayet makul görünürken, Bernthal kas gücünü kullanarak çoğu insanın yapamayacağı şeyler yaptığında gözüme garip göründüğü anlar olmadı diyemem. Bütün dizi boyunca, mezarlık sahnesi dahil her an izlediğim şeyden büyük keyif alırken, her cümle, her hareket, her renk hedefini tam ortadan vuran birer mermi gibiyken, aklımın bir köşesinde sürekli “Harika ama… ne kadar Punisher?” sorusunun dönüp duruyor olması garip bir deneyimdi. Sanki adı Punisher olmasa, tamamen aynı oyuncu ve hikayeyle kanunu kendi ellerine almaya çalışan başka bir karakter olsa ‘mükemmel’ diyecekken, sırf onun Punisher olduğunu bildiğim için mükemmelin küçük bir adım altında kaldığını düşündürdü. Dediğim gibi, çoğunluğun umursamayacağı bir detay ama saatler boyunca bin parçalık bir yapbozun son parçası kaybolmuş gibi hissetmeme sebep oldu.
Elektra çizgi romanda olduğu gibi dizide de benim için çok dikkat çeken bir isim olmaktan uzaktı. Matt’in Punisher katliamlarını çabuk kabullenmesi sorunu, Elektra’nın öldürme arzusunu kabullenme hızı ile ilgili de yaşandı bu sezon diyebilirim. Yani öldürdüğü bir ninja ‘çocuk’ çıktığı için evden kovarken, daha sonra ninjalar sürüyle geldiğinde öldürdüğü onlarcasının yaşını pek de sorgulamadı. Elbette iki karakterin de Matt ile olan bağlarında bu sorun çizgi romanda da ortaya çıkıyor, hatta o zıtlık çok başarılı hikayelere de yol açıyor ancak bu durumun işleniş süresi çizgi romanda yıllar alırken, dizide birkaç bölüm içinde yaşanan ani değişiklikler göze batıyordu. Tabii burada çizgi roman ninjasının bol bulunan, insandan sayılmayan, Wolverine dahil kim öldürürse öldürsün çok üzerinde durulmayan bir çeşit ‘çerez’ olduğu gerçeğinden yola çıkmış da olabilir dizi yapımcıları. Dizide yeniden dirilebiliyor olmaları, çizgi romanda ise bir iblis tarafından yozlaştırılmış, ölünce toza dönüşen savaşçılar olmaları elbette onları öldürmeyi biraz daha ‘kabul edilebilir’ kılıyor gibi belki kaba bir bakış açısıyla. Her şeye rağmen bazı karakterler için ahlaki kırmızı çizgiler önemli ve Matt de bunlardan biri. Punisher ve Elektra gibileriyle bir arada hareket ettiği sırada onların yaptıklarını kabullenmesi ya da onların üzerinden kendisini sorgulaması çok daha zorlu, detaylı ve uzun bir sürece yayılmalı bana kalırsa.
Bu sezonla ilgili en büyük sorunlarımdan bir diğeri ise her ninja saldırısında bize çok kalabalık gruplar gösterip, ana karakterler içinden çıkılmaz bir duruma giriyormuş imajı yaratıp, bütün o hazırlığın ardından kısıtlı sayıda ninjayla nispeten kısa aksiyon sahneleri gelmesiydi. Sürekli insanın hevesini kursağında bırakan bir durum vardı. Çukurun ardından bu böyle oldu, hastane sahnesinde de aynı sorun yaşandı, son sahne ise bunların arasında en büyük hayal kırıklığıydı. Yaşanan bu sorun bütçe ile ilgili miydi yoksa süre kısıtlamasından mı kaynaklanıyordu bilemiyorum ancak sıkça büyük bir ordu ile yüzleşilecekmiş gibi yapıp üç beş figüranın dayak yemesiyle biten sahneler izlemenin can sıkıcı olduğu bir gerçek. Özellikle finalde beklentim o sayısız ninjanın arasında kaldıklarında (göstere göstere gelen ve tabii ki ÇR okurunun zaten tahmin edebileceği) Elektra’nın ölmesi, Matt’in kendini ölmeye hazırlaması ve tam o esnada Frank’in yardıma gelip sayısal dengesizliği otomatik silahlarla ortadan kaldırmasıydı. Sonuç ise beklediğime çok yakın oldu, aklımdan geçenin neredeyse aynısıydı ama etkileyici olmaktan uzaktı çünkü o ‘neredeyse’ kısmının müsebbibi ninja sayısı problemi ortaya çıktı. Ninjaların çokluğu ve Daredevil’ın ölümle burun buruna olması, az önce bahsettiğim Punisher’ın öldürmesi gerçeğini Matt ve izleyici için o an daha kabullenilebilir de kılardı belki. Üstelik bütün sahne çok daha destansı olurdu. Oysa o noktaya kadar çatıya koşan bir ordu ninjanın ortadan kaybolması ve az sayıda düşmanla yüzleşilmesi sahnenin gücünü azalttı, muhteşem bir final beklentisini kursağıma tıktı. Elektra’nın ölümünü zayıflattı, Frank’in müdahalesini Nobu’ya yetişmeye çalırışken zaman kaybetmemek için can alma noktasına indirgedi ve Nobu’nun (dirileceği bilgisiyle hareket ettiğini varsaysak bile) Matt tarafından öldürülmesini haddinden fevri bir hareket haline getirdi. Tabii ki bunun bir de büyük final olduğu düşünülünce keyif kaçırdığını söylemek abartı olmaz diye düşünüyorum.
Sonuçta bunca yakınmamdan, bu kadar detayla ilgili bu denli olumsuz cümlemin ardından “Sezondan nefret etmiş adam resmen.” diye düşünebilirsiniz ancak tam aksine, sevdim. Hatta çok sevdim. Ama en başta da söylediğim gibi ilk sezondan sonra çıtayı çok yüksek bir noktaya koymuştum. Gelecek karakterlerden, o karakterlerin o atmosferde ete kemiğe bürünmesinden beklentilerim oldukça yüksekti. Daredevil’in ikinci sezonu ise o çıtayı aşmakta çok zorlandı. Hala televizyondaki en iyi çizgi roman uyarlaması, hatta hala izlediğim en iyi diziler arasındaki yerini de koruyor. Çatı sahnesi ve ardından motorcularla olan aksiyonun tadı şu an bile damağımda. Mezarlıktaki diyaloğun etkisini aylar sonra da hissedeceğime eminim. Ancak mükemmeli beklerken çoğu zaman çok iyiyle, bazen de iyi ile karşılaştığım bir sezon oldu. Şimdi bir sene daha beklemekten ve bu sefer beklediğimin karşılığını alabileceğimi ummaktan öte yapılabilecek bir şey yok.
Leave a Reply
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.