İhsan Oktay Anar edebiyatı meraklılarının beş yıllık bekleyişi bu Ağustos ayında son buldu. Haftalarca önceden haberi yayılıp, dağıtım günü yaklaştıkça bekleyiş heyecanının da tırmandığı kitap daha vitrinlere çıkmadan satış listelerinin başına oturdu. Namı cismen zuhur etmeden çok önce alıp yürüyen “Yedinci Gün”, Anar’ın okurlarına hiç de yabancısı olmadıkları ancak 3-5 yılda bir tadabildikleri bir okuma keyfi yaşatıyor.
Geçmiş çağlara ait dili, karakterleri, mekân kurgusuyla Anar’ın romanları bütünlüklü bir dünya sunar. “Puslu Kıtalar Atlası”ndan “Suskunlar”a, Anar romanlarından birini eline alan okur, tanıdık bildik bir dünyada, alışıldık bir dilden dökülen yepyeni bir maceraya atılmanın konforunu yaşar.
İhsan Oktay Anar romanlarını daha giriş bölümlerinden tanırız. Birkaç cümlelik bu ilk paragraflardan, sizi alıp zamanınızın dışına ve efsunlar, gizemler, karanlık dehlizler, daracık sokaklar, gıcırdayan ahşap evler ve türlü türlü garipliklerden örülü bir eski zaman diyarına sürükleyeceği sezilir. Kâh şehir efsanelerine başvurduğu, kâh kutsal kitap mesellerini tersyüz ettiği, kurguyla tarihsel gerçekliği ve mitlerin iç içe örüldüğü bir anlatı kurgular. İhsan Oktay Anar dilde, anlatıda, mekân ve zaman kurgularında ve hatta zaman zaman karakterlerinde bir süreklilikten yana olsa da romanları hiçbir zaman kendini tekrar duygusu yaratmaz.
İşte Anar romanlarının ortak özelliği diyebileceğimiz bu karakteristiklerin tamamını taşıyan, okurlarına hem o tanıdıklık duygusunu hem de yeni macera heyecanını bir arada tattıran bir roman “Yedinci Gün”.
İhsan Oktay Anar, “Yedinci Gün”de günümüze şimdiye dek hiç olmadığı kadar yaklaşarak hikâyesi için 1900’lerin başlarını seçiyor. Kitap, üç bölümden oluşuyor: Baba, Oğul ve Hayalet. Daha ilk anda baba, oğul ve kutsal ruh üçlemesini çağrıştıran bu bölümleme, Anar’ın okurlarının alışkın oluğu bir kutsal kitap göndermesi. İyi ile kötü, Tanrı ile şeytan, Tanrı ile kul karşılaşmalarını sık sık ustalıkla kullanan yazar, bu kitapta da baba, oğul, hayalet üçlemesi içinde benzer karşıtlıkları bir araya getirmiş.
Birinci bölüm Baba, II. Abdülhamit’in başına musallat olan, padişahın odasındaki muhteşem Dersaadet maketine dadanan ve sonunda koca kentin tüm güvenlik güçlerini alarma sürükleyecek bir karışıklığa mahal veren kendini bilmez bir sineğin yarattığı karmaşayla açılıyor. Ardından bir polisiye hikâyesine evrilen roman, Dersaadet sokaklarında peyda olan bir katilin sinek gibi tek tek avladığı şeyhleri nasıl akıl almaz bir yöntemle öldürdüğüyle hem roman ahalisini hem de okuru hayrete düşürüyor. Bu uzun ve mizaha bolca göz kırpan girişin ardından babanın, yani İhsan Sait’in macerası başlıyor.
İhsan Sait, cezaevinden yeni çıkmıştır okurla tanıştığında. Pek vicdanlı, temiz, adaletli biri olduğu söylenemez.
Romanın babası iyilikten yana pek nasibini almamış biridir. Cezaevinden sokaklara döner dönmez başına gelmedik kalmaz. Bir nevi iblis olan bankerin elinden canını zor kurtarır, sonra Demir Minareler denilen bir radyo istasyonunu ele geçirir de orada da başını Almanlarla derde sokar. Bu radyo istasyonuna yerleşen, gecesini gündüzünü burada geçiren İhsan Sait’e gizemli bir de ziyaretçi musallat olur. Bıraktığı mektuplarla İhsan Sait’i tuhaf bir makine yapmaya ikna etmeye çalışır. Şeyh cinayetleriyle bir polisiye misali başlayan roman, işin içine bu makinelerin girmesiyle, neredeyse bilimkurguya dönüşür. İhsan Oktay Anar’ın mekaniğe olan merakı okurları için ta “Kitab-ülHilyel”den beri tanıdıktır. Yazarın ister mekanik olsun, ister gemicilik, isterse musiki, romanına malzeme ettiği alan ne ise, derinlemesine incelediği, değme mühendislerin, gemicilerin, müzisyenlerin elinden çıkmaymışçasına ustalıklı bir anlatımla konuyu aktarmadaki mahareti bilinir. Yine hatırlayanlar bilir, “Kitab-ülHilyel”in içindeki makine ve mekanik çizimleri bile Anar’ın elinden çıkmadır. “Yedinci Gün”de de, kitabın kapağını süsleyen çizim Anar’a aittir.
Kitabın ikinci bölümü Oğul ise, birinci bölümde İhsan Sait’in karşısına dikilip “ben senin oğlunum” diyerek onu şaşkınlığa uğratan Ali İhsan’ın hikâyesini anlatır. Babası ne kadar hayta, hapishane kuşu, vicdansız ve haksız bir adamsa Ali İhsan onun tam zıddıdır. Biri kötülüğün, öteki iyiliğin temsili gibidir. Bu bölümde Ali İhsan bir savaşta cenk etmektedir. Ancak bölümün bir büyük sürprizi vardır ki, henüz kitabı okumamış olanlar için hikâyenin tadını kaçırmamak adına bu bölümle ilgili havadisleri burada keselim.
Son bölüm ise Hayalet. II. Abdülhamid dönemiyle açılan roman bu bölümde Cumhuriyet dönemine eriyor artık. İdris ÂmilZula adlı bir şairin, sıradan yaşamı ile yayımlatmaya çalıştığı şiirleri vesilesiyle kuruluş yıllarına bir bakış atmamızı sağlıyor. Ancak İhsan Sait henüz romanı terk etmiş değil. Yine de İhsan Sait’in bu bölümdeki varlığının şartlarını açık etmektense, okurun keşfine bırakalım.
Anar’ın okuru, yazarın romanları arasında gezinmesine alışkındır. Kendisini ilk kez Uzun İhsan Efendi’yle keşfedenler, kılıktan kılığa giren, roman içinde hikâyeden hikâyeye türlü biçimlerde karşımıza çıkan İhsan Sait Efendi’yi biraz yadırgayabilirler. Yine bazı okurlar, “Yedinci Gün”de tersyüz ettiği mitleriyle “Amat”taki girift kurgunun kotarılışını ve “Suskunlar”daki incelikli estetik göndermelerin tadını bu romanda bulamadıklarını söyleyebilirler. Ancak “Yedinci Gün”, Anar’ın II. Abdülhamid devrinden Cumhuriyet’e, yakın bir tarihi ironik bir eleştiri süzgecinden geçirdiği, bu tarihsel yakınlığı nedeniyle de ister istemez bir eski zaman masalı olmanın ötesine geçen romanıdır. Sanırım bazı okurların, bu romanda alıştıkları Anar romanlarının tadını bulamamaktan şikâyetleri de buradan kaynaklanır. Felsefi göndermelerini, dini ve ahlaki eleştirilerini metin içine ustalıkla gizlemeyi huy edinmiş yazar, bu kez okurlarına açıkça mizahla harmanlanmış eleştirel bir bakış sunar.
“Yedinci Gün”, İhsan Oktay Anar, 240 s., İletişim Yayınları, 2012
*Remzi Kitap gazetesinden alınmıştır.
Melisa Ceren Hasmaden
Leave a Reply
Yorum yapabilmek için giriş yapmalısınız.